27 Eylül 2010 Pazartesi

Musibetler ne Söyler?

Herbirimiz musibetlerden şikayet ederiz. Kimi zaman hayat o kadar çekilmez gelir ki, ne zaman bitecek bu dertler diye isyan ederiz. Bu konu hakkında Yusuf Sönmez'in "Musibetler ne söyler?" isimli güzel bir kitabı var. Bu kitabın giriş kısmından beğendiğim kısımları aşağıda aktarmak istedim.
Hani hep birbirimize sık sık “Allah razı olsun.” deriz ya. Evet, muhakkak ki “Allah razı olsun” ama bakalım önce; “Biz Ondan razı mıyız?” sualine vereceğimiz cevap bu bakımdan çok önemlidir.İsrail oğulları Hz. Musa’ya: “Rabbinden dile de bize yapınca rızâsını kazanacağımız bir amel bildirsin” deyince Hz. Musa: “Allah’ım! Dediklerini duydun” diye Allah’a yalvarır. Rabbimiz Hz. Musa’ya buyurur ki: “Yâ Musa! Söyle onlara benden razı olsunlar ki, ben de onlardan razı olayım.” İşte Beyyine suresi sekizinci ayet; “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuştur” derken tam da bunu söyler.
Zamanımızda insanlığı mutsuz eden modernite ile birlikte, sekülerleşen dünyaya çözüm olması gereken Müslümanların da derece derece bu küresel, bulaşıcı salgın hastalığa duçar oluşlarının altındaki sebepleri analiz etmek gerekiyor. Zira bu durum, pek çoğumuzun içinde taşıdığı huzursuzluk, doyumsuzluk ve memnuniyetsizliklere kapı açarak; insanın kalp, ruh ve akıl gibi en önemli merkezlerinin pek çok materyalist istilaya maruz kalmasıyla birlikte, hayatın içindeki ihtiraslarımız ve tutkularımızın hep dünyaya ve nefse bakması sonucunda imtihanlarımız çok daha şiddetlenmesine neden olmuş.Böyle olunca hayatın içinde başımıza gelen olumsuzluklar her birimizde derece derece bir takım bunalım ve çöküşler yaşatıyor.
Halbuki her şeyin Rabbimizin izniyle ve takdiriyle geldiğine olan inancımız sayesinde eserdeki pek çok misalde görüleceği gibi “kötü ve çirkin gibi görünenler” bile güzelleşiyor. Böylece olumsuzlukların altındaki pek çok hikmet kareleri de okunuveriyor.Yani Şems-i Ezelîye (Sonsuz Güneşe) bakan meyveler Onun altında daha da olgunlaşıp, tatlanıp pişerken, yüzünü Ona çeviremeyip, Ondan çevirenler ise tatsız ve çiğ kalıp acılaşıyorlar.
Bu yüzdendir ki, aslında İmam-ı Rabbani’nin dediği gibi: “Bu dünyanın en kıymetli sermayesi, üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünya sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musibetlerdir. Bu tatlı nimetleri acı ilâçlarla kaplamışlar. Bunun için, dostlara dert ve sıkıntı yağdırmaya başlamışlardır. Saadetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilen tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur.
Zaten Müslüman tabiri de “teslim olan” anlamına gelir ki bu hal; insanın böylesi bir iman sayesinde kendisi ile barışık olması, iç huzuruna ermesi ve selamete, kurtuluşa kavuşması şeklinde yaşama dökülen tanımı olmaktadır. Bir başka anlamda ise Bediüzzaman’ın dediği gibi; Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Onu bulan -iman edip teslim olan- zindanda da olsa saraylardadır, bahtiyardır. Görünüşte sıkıntı da çekse, gönlü gül gülistan olur.
Dertsiz ve tasasız bir hayat hepimizin özlemidir, ama şu da bir gerçektir ki, dünya hayatı dertsiz ve tasasız olmaz bir türlü. Bu isteğimizin karşılık bulacağı en güzel yer de dolayısıyla Cennettir, ebedi saadettir. Yani dünya bize bir bakıma der ki; “Aradığın şeyin adresi bende değil, boşuna yorulma, boşuna zahmet çekme. Bende dert var, meşakkat var, hizmet var, imtihan var."
Her bir musibet, her bir dert sana acizliğinle beraber hakiki sahibini ve sultanını hatırlatmak içindir, hakikatte misafir olduğunu, sonsuza aday olduğunu hatırlatmak için… O öyle bir Rabb-i Rahimdir ki, seni gerçek hayatta sınırsızlaştırmak için bu dünyada sınırlarını hatırlatır. Bu dünyada sınırlarını anlamakla, sınırsızı anlarsın. Sonsuz olana kapılar açılır ve sınırlarını bilmen seni sınırsız bir kudretle tanıştırır. Ve onunla tanışman, her şeye Onun adıyla bakman sana ebedi saadetin lambasını yakar, sonsuz güzelliklerin kapısını açar.
Evet, dostlar, insan olarak her birimiz şu fani dünyada dertlere müptelayız. Dertsiz insan neredeyse yok gibi. Kiminin derdi hayırsız evlat iken, kiminin kocası kumarbaz, kiminin ortağı sahtekâr. Kimi genç şefkatsiz, sorumsuz bir babadan, kimi de birbiriyle geçinemeyen ailesinden dertli, kimi geçim sıkıntısından. Kimi ötelerdeki evladını özlerken, bir diğeri de yaban ellerde kalmanın ezikliğini yüreğinde saklar gizlice. Velhasıl kimi en yakınını, en sevdiğini kaybetmekten, kimi de en yakınındakilerden dertlidir.

Madem dertlerimiz ihtiyaçlar kadar, istek ve arzularımız kadar sınırsız. Hem madem kâinatta boşluk yok. Öyleyse dertlerimiz hiç bitmeyecek, zengin de kalsak, fakirleşsek de... Genç de kalsak, yaşlansak da... Dolayısıyla dertler hayatın bir gerçeği, tıpkı aynanın arka yüzü gibi. Mademki dert var, dertsiz insan yok şu dünyada. Öyleyse öyle bir dertle dertlenmek gerek ki, başka derde dert dedirtmesin. Rabbimizin sonsuz hoşnutluğunu, sonsuz muhabbetini ve sonsuz rızasını kazanmak için “Ondan razı olmak” en büyük derdimiz olsun.

Zira insan hiçbir şeyden acı ve ıstırap duymasaydı, herhalde hayat çekilmez ve monoton olurdu. Verilenlerin kıymeti nasıl anlaşılabilirdi ki... Âşık Veysel bu hakikate bir cümlelik bir not düşer; “Anlatmam derdimi dertsiz insana; dert çekmeyen dert kıymeti bilemez.” En sonunda da der ki: “Kör oldum, Veysel oldum.”Mevlana ise; “Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.” der.
Yusuf SÖNMEZ (7 Ocak 2008)



Asıl musibet dine gelen musibettir. Musibetlerle Allah günaha dalmış kulunu ikaz eder. Musibetler günahlara kefaret olur. Musibetlerin bir kısmı gafleti dağıtmak için, kula beşerin acizliğinmi anlatmak maksadıyla gönderilir. Musibetin hastalık olan kısmı ise tamamen bir İltifat-ı Rabbaniyedir; bu çeşit musibet günahları ağaçtan meyveleri dökercesine döker. Dünyevi musibetlere sabretmeli, dini musibetlerden Allah'a sığınıp, feryat etmeli.

Hiç yorum yok: