30 Eylül 2010 Perşembe

Eylül Ayı Özeti



Resûlullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:

Kim Ramazan orucunu tutar ve ona şevval ayından altı gün ilave ederse, sanki yıl orucu tutmuş olur. [1]


~~ Bu Ayın Yazıları ~~

Musibetlerin Hakikati
Asıl musibet dine gelen musibettir. Musibetlerle Allah günaha dalmış kulunu ikaz eder. Musibetler günahlara kefaret olur. Musibetlerin bir kısmı gafleti dağıtmak için, kula beşerin acizliğinmi anlatmak maksadıyla gönderilir. Musibetin hastalık olan kısmı ise tamamen bir İltifat-ı Rabbaniyedir; bu çeşit musibet günahları ağaçtan meyveleri dökercesine döker. Dünyevi musibetlere sabretmeli, dini musibetlerden Allah'a sığınıp, feryat etmeli.

Makam ve Şöhret Sevgisi
İnsan başka insanların sevgisini aramamalı. Allah bir insanı severse, tüm insanların ona düşman olmasının ne önemi var. Bunun için Allah sevgisini aramalı.

Muhabbet Allah'a olmalı, Allah için olmalı
Allah hesabına sevmezsen, Allah dışındaki şeylere gönlünü bağlarsan sonunda cezasını görürsün. Hatta ceza olarak o sevdiğinden de mahrum olursun, bu eleme katlanmak zorunda olursun.

Okuma Notları: Asrın Getirdiği Tereddütler
Ahir zamanda insanın aklına bir çok tereddüt düşüren şeyler geliyor. Ancak tümk bunlara İslam aliimleri bir cevap bulmuşlar. Şüpheye düşmemeli, araştırmalı, öğrenmeli.



Kaynaklar: [1] Müslim, Sıyam: 204, (1164); Tirmizi, Savm: 53, (759); Ebu Davud, Savm: 58, (2432); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/471.

Okuma Notları: Asrın Getirdiği Tereddütler

  • Adalet, ifrat ve tefrit arasında bir orta haldir. Yani: Aşırılıkla alakasızlık arası dengeli bir durumdur. Şehvet, öfke, ibadet vb. örnekleri ele alırsak bunlarda ne aşırıya kaçmalı ne de onları tamamen terk etmelidir.
  • Yaratana suâl sorma mevkiinde olmadığımızı, olamayacağımızı bilmek edebin ifadesidir. Varlığın asıl sahibi O'dur; O, dilediğini aziz, dilediğini zelil; istediğini sultan, istediğini dilenci kılar da kimse ona hesap soramaz. Her icraatında çok hikmet ve maslahatların bulunması her işi, akla ve fikre hayret verecek şekilde cereyan etmesi muhakkaktır.
  • Her mü'minin her sıfatının mü'min olması lazım gelmediği gibi, her inançsızın her vasfının da küfür olması lazım gelmez. Bir kafir çalışkan, ilim aşığı, sistemli çalışan biriyse bunlar onun mümin sıfatlarıdır ve bu sıfatlar Allah'ın hoşuna gitmiş olabileceğinden bu kafiri mümin sıfatları yüzünden yükseltebilir. Bu sıfatlara sahip olmayan bir mümini ise öbür dünyada mükafatlandıracak olsa de bu dünyada tembelliği yüzünden alçaltabilir.
  • Kaderin her hükmü ya bizzat güzeldir veya neticesi itibarıyla güzeldir. Kadere yüklenen günah, zarar ve çirkinlikler, esasen kulun iradesini suiistimal etmesinin neticesidir. Güneşin altında kalıp hasta olan insan günaha küfretmemeli.
  • İnsanın zâhire bakarak kerih gördüğü şeylerde Allah (celle celâluhu) onun için pek çok hayırlar murad etmiştir. Buna karşılık, insanın fayda mülâhaza ettiği pek çok şeyde ise, kendisi için şerler vardır.
  • Allah'ın (celle celâluhu) hakkımızdaki her hükmünde bilemediğimiz pek çok fayda ve hikmetler vardır. Bize düşen, kadere razı ve Cenâb-ı Hakk'a teslim olmak ve O'na teveccüh etmek, "lütfun da hoş, kahrın da hoş" anlayış ve inancıyla, hakkımızdaki her takdirine boyun eğip, itirazda bulunmamaktır.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Musibetler ne Söyler?

Herbirimiz musibetlerden şikayet ederiz. Kimi zaman hayat o kadar çekilmez gelir ki, ne zaman bitecek bu dertler diye isyan ederiz. Bu konu hakkında Yusuf Sönmez'in "Musibetler ne söyler?" isimli güzel bir kitabı var. Bu kitabın giriş kısmından beğendiğim kısımları aşağıda aktarmak istedim.
Hani hep birbirimize sık sık “Allah razı olsun.” deriz ya. Evet, muhakkak ki “Allah razı olsun” ama bakalım önce; “Biz Ondan razı mıyız?” sualine vereceğimiz cevap bu bakımdan çok önemlidir.İsrail oğulları Hz. Musa’ya: “Rabbinden dile de bize yapınca rızâsını kazanacağımız bir amel bildirsin” deyince Hz. Musa: “Allah’ım! Dediklerini duydun” diye Allah’a yalvarır. Rabbimiz Hz. Musa’ya buyurur ki: “Yâ Musa! Söyle onlara benden razı olsunlar ki, ben de onlardan razı olayım.” İşte Beyyine suresi sekizinci ayet; “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuştur” derken tam da bunu söyler.
Zamanımızda insanlığı mutsuz eden modernite ile birlikte, sekülerleşen dünyaya çözüm olması gereken Müslümanların da derece derece bu küresel, bulaşıcı salgın hastalığa duçar oluşlarının altındaki sebepleri analiz etmek gerekiyor. Zira bu durum, pek çoğumuzun içinde taşıdığı huzursuzluk, doyumsuzluk ve memnuniyetsizliklere kapı açarak; insanın kalp, ruh ve akıl gibi en önemli merkezlerinin pek çok materyalist istilaya maruz kalmasıyla birlikte, hayatın içindeki ihtiraslarımız ve tutkularımızın hep dünyaya ve nefse bakması sonucunda imtihanlarımız çok daha şiddetlenmesine neden olmuş.Böyle olunca hayatın içinde başımıza gelen olumsuzluklar her birimizde derece derece bir takım bunalım ve çöküşler yaşatıyor.
Halbuki her şeyin Rabbimizin izniyle ve takdiriyle geldiğine olan inancımız sayesinde eserdeki pek çok misalde görüleceği gibi “kötü ve çirkin gibi görünenler” bile güzelleşiyor. Böylece olumsuzlukların altındaki pek çok hikmet kareleri de okunuveriyor.Yani Şems-i Ezelîye (Sonsuz Güneşe) bakan meyveler Onun altında daha da olgunlaşıp, tatlanıp pişerken, yüzünü Ona çeviremeyip, Ondan çevirenler ise tatsız ve çiğ kalıp acılaşıyorlar.
Bu yüzdendir ki, aslında İmam-ı Rabbani’nin dediği gibi: “Bu dünyanın en kıymetli sermayesi, üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünya sofrasının en tatlı yemeği, dert ve musibetlerdir. Bu tatlı nimetleri acı ilâçlarla kaplamışlar. Bunun için, dostlara dert ve sıkıntı yağdırmaya başlamışlardır. Saadetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilen tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur.
Zaten Müslüman tabiri de “teslim olan” anlamına gelir ki bu hal; insanın böylesi bir iman sayesinde kendisi ile barışık olması, iç huzuruna ermesi ve selamete, kurtuluşa kavuşması şeklinde yaşama dökülen tanımı olmaktadır. Bir başka anlamda ise Bediüzzaman’ın dediği gibi; Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Onu bulan -iman edip teslim olan- zindanda da olsa saraylardadır, bahtiyardır. Görünüşte sıkıntı da çekse, gönlü gül gülistan olur.
Dertsiz ve tasasız bir hayat hepimizin özlemidir, ama şu da bir gerçektir ki, dünya hayatı dertsiz ve tasasız olmaz bir türlü. Bu isteğimizin karşılık bulacağı en güzel yer de dolayısıyla Cennettir, ebedi saadettir. Yani dünya bize bir bakıma der ki; “Aradığın şeyin adresi bende değil, boşuna yorulma, boşuna zahmet çekme. Bende dert var, meşakkat var, hizmet var, imtihan var."
Her bir musibet, her bir dert sana acizliğinle beraber hakiki sahibini ve sultanını hatırlatmak içindir, hakikatte misafir olduğunu, sonsuza aday olduğunu hatırlatmak için… O öyle bir Rabb-i Rahimdir ki, seni gerçek hayatta sınırsızlaştırmak için bu dünyada sınırlarını hatırlatır. Bu dünyada sınırlarını anlamakla, sınırsızı anlarsın. Sonsuz olana kapılar açılır ve sınırlarını bilmen seni sınırsız bir kudretle tanıştırır. Ve onunla tanışman, her şeye Onun adıyla bakman sana ebedi saadetin lambasını yakar, sonsuz güzelliklerin kapısını açar.
Evet, dostlar, insan olarak her birimiz şu fani dünyada dertlere müptelayız. Dertsiz insan neredeyse yok gibi. Kiminin derdi hayırsız evlat iken, kiminin kocası kumarbaz, kiminin ortağı sahtekâr. Kimi genç şefkatsiz, sorumsuz bir babadan, kimi de birbiriyle geçinemeyen ailesinden dertli, kimi geçim sıkıntısından. Kimi ötelerdeki evladını özlerken, bir diğeri de yaban ellerde kalmanın ezikliğini yüreğinde saklar gizlice. Velhasıl kimi en yakınını, en sevdiğini kaybetmekten, kimi de en yakınındakilerden dertlidir.

Madem dertlerimiz ihtiyaçlar kadar, istek ve arzularımız kadar sınırsız. Hem madem kâinatta boşluk yok. Öyleyse dertlerimiz hiç bitmeyecek, zengin de kalsak, fakirleşsek de... Genç de kalsak, yaşlansak da... Dolayısıyla dertler hayatın bir gerçeği, tıpkı aynanın arka yüzü gibi. Mademki dert var, dertsiz insan yok şu dünyada. Öyleyse öyle bir dertle dertlenmek gerek ki, başka derde dert dedirtmesin. Rabbimizin sonsuz hoşnutluğunu, sonsuz muhabbetini ve sonsuz rızasını kazanmak için “Ondan razı olmak” en büyük derdimiz olsun.

Zira insan hiçbir şeyden acı ve ıstırap duymasaydı, herhalde hayat çekilmez ve monoton olurdu. Verilenlerin kıymeti nasıl anlaşılabilirdi ki... Âşık Veysel bu hakikate bir cümlelik bir not düşer; “Anlatmam derdimi dertsiz insana; dert çekmeyen dert kıymeti bilemez.” En sonunda da der ki: “Kör oldum, Veysel oldum.”Mevlana ise; “Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı.” der.
Yusuf SÖNMEZ (7 Ocak 2008)



Asıl musibet dine gelen musibettir. Musibetlerle Allah günaha dalmış kulunu ikaz eder. Musibetler günahlara kefaret olur. Musibetlerin bir kısmı gafleti dağıtmak için, kula beşerin acizliğinmi anlatmak maksadıyla gönderilir. Musibetin hastalık olan kısmı ise tamamen bir İltifat-ı Rabbaniyedir; bu çeşit musibet günahları ağaçtan meyveleri dökercesine döker. Dünyevi musibetlere sabretmeli, dini musibetlerden Allah'a sığınıp, feryat etmeli.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Muhabbet Allah'a olmalı, Allah için olmalı

"Güzel değil batmakla gaîb olan bir mahbub. Çünki: Zevale mahkûm hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve ayîne-i Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli..!"


Bu konuda ufak bir kıssa zikretmek istiyorum. Muhabbet Allah'a değil geçiçi şeylere olunca bakalım sonuçları ne oluyor.

Dört yıl öncesiydi. Bir genç vardı. Beş vakit namazını kılar, Kuran okur, şevkle Allah'a ibadet ederdi. O yaz umreye de gitmişti, Kabe'ye yüz sürmüştü. Ancak bu genç 20'li yaşlarındaydı, şehvani istekleri doruktaydı. Birini sevip evlenmeyi çok istiyordu. Bunun için çok dua etti. Elbette bunun gayrimeşru yollarla olmasını istemiyordu.

Ailesi vasıtasıyla tam istediği gibi olduğunu sandığı terbiyeli, ahlaklı ve de çok güzel bir kız tanıdı. Onu çok sevdi. Kız da onu sevdi. Başta her şey Allah rızası içindi ancak bu genç zamanla ondan başka bir şey düşünmez oldu.

Kızla erkek arasındaki aşk alevlendikçe, nefislerine hakim olamamaya başladılar. Aileleri de dinlerine bağlı insanlar olmasına rağmen, onlara en büyük kötülüğü yaptılar ve bu iki genç birbirlerini daha iyi tanısınlar diye onları yalnız bırakmaya başladılar. Önce erkek kızın elini tuttu, kız gülümsedi. Zaman geçti erkek onu yanağından öptü, kız izin verdi. Sonra dudak dudağa bile öpüşmeye başladılar. Hatta fırsat bulup aynı yatağa girmeye daha da ileriye gitmeye başladılar. Neyse ki nişanlandılar, nasıl olsa evleniriz diye kendilerini avutmaya başladılar.

Tabi ki ibadetler aksamıştı, ne o abid gençten ne de o terbiyeli kızdan eser kalmıştı. Allah rızası için başlayan bir birliktelik, hatalar hatalar üstüne gelince ikisini de perişan etmişti. Öyle bir bataklığa saplanmışlardı ki bir türlü çıkmak mümkün değildi.

Tüm bunlara rağmen sonunda muratlarına ermek üzereydiler. Evleneceklerdi. Düğün tarihleri bile belirlenmişti ki aileler arasında anlaşmazlık çıktı ve iki genç birbirinden ayrılmak zorunda kaldılar.

Neticede oğlan perişan, kız perişan, aileler perişan, şeytan ise zevkten dört köşe...


"Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytan) çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder." (Nur Suresi, 21)

4 Eylül 2010 Cumartesi

Makam ve Şöhret Sevgisi


"İnsanda, ekseriyet itibarıyla, hubb-u cah denilen hırs-ı şöhret ve hodfuruşluk ve şan ve şeref denilen riyâkârâne halklara görünmek ve nazar-ı âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î, küllî arzu vardır. Hattâ o arzu için hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk eder."
Yer: Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Risale olan Altıncı Kısım
Açıklayan: Dr. Burhan Sabaz